25 Ekim 2007 Perşembe

Primark

Londra'da alışveriş mi ?

"Hmm.. Çok pahalııııı ! " dediğinizi duyar gibiyim.. Size ucuz alışveriş için bir seçenek:

Primark !!

Oxford Street'te bulunan bu devasa giyim kuşam aksesuar mağazasında Londra'da hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar ucuza birçok şey bulabilirsiniz. İç çamaşırından (ki envai çeşit ürün var), kabana; tayttan yatak örtüsüne, çantadan banyo terliğine aradığınız herşey burada ve oldukça ucuza..

Tek bir sorun var, o da izdiham içerisinde kazasız belasız mağazadan çıkabilmenin bir hayli zor olması, öte yandan biraz sabır.. Zira diyelim saatlerce dolaştıktan sonra neler almak istediğinize karar verdiniz, kasaya yöneldiniz ve bir de ne göresiniz: kasanın önünde başlayan kuyruk mağazanin öteki ucuna uzanıyor.. Eğer minimum 45 dakika beklemeye göze alamıyorsanız veyahut o kadar vaktiniz yoksa boşuna heveslenmeyin ve tıpış tıpış ortamı terkedin !

Artık favori mekanım Primark, yaşasın Primark !!

Gitmek isteyenler mağazanın Oxfordda olduğunu öğrenip sakın Oxford Circus durağında inmesinler, boşuna yürümenin gereği yok mağazaya en yakın durak Marble Arch. Hemen durağın çıkışında göreceksiniz Primark'ı..

Haydi deliler gibi alışverişe !!

Ah bir de bursum yatsaydı !

19 Ekim 2007 Cuma

tech-savy


Burada iletisim sosyolojisi uzerine master yapiyorum denebilir.. Yani en azindan aldigim dersler o yonde.. Teknik konulardan ziyade insanogluna etkisi uzerine calismalar yapiyoruz. Neyse; teknolojiyi seven sevmek isteyen ama icerigine iliskin kulaktan dolma bilgiler disinda herhangi bir bilgiye sahip olmayan bir insandim su ana kadar. ancak geldigimden bu yana ogrendiklerim anladim ki ogreneceklerimin teminatini olusturmaya basladi..


bir sure once size teknoloji harikasi bir alet alarak evde arabada parkta vs.. her yerde internete girmemi saglayacak kucucuk bir modeme sahip olabilecegimi soylemistim. Bir haftadir kullaniyorum ve cidden o kucucuk aletin bunca seye izin veriyor olmasina akil sir erdiremiyorum.


Gunumuzde iletisim denilince ilk akla gelen konu telekomunikasyon alanindaki gelismeler oluyor. Bu satin aldigim alet de dogal olarak bununla yakindan alakali.


3g (ucuncu jenerasyon)yeni haberlesme bicimleri standartlari ve cihazlari icin kullanilan bir kavram ve Turkiye'de son donemde pek fazla tartisildigini biliyorum. Peki nedir bu 3g , bunun 3.su varsa demek ki 1 ve 2 si de var..


Soyle; 1g denilen birinci nesil haberlesme yontemleri yalnizca ses icerirken ve oncelikle askeri haberlesme icin kullanilmaya baslanip sonradan sivil hayata adapte edilirken , 2. nesil haberlesme sureci cep telefonlarinin yayginlasmaya basladigi doneme denk geliyor: sesle birlikte mesajlasmayi da iceriyor.


3. nesil ise var olan teknolojiye; daha fazla ve hizli veri transferine yarayacak altyapilari sunuyor..


Neyse sordum sorusturdum, megersem benim bu kullandigim mini mini modem 3.5. uncu jenerasyona denk geliyormus.. HSDPA (High speed download packet access) denilen bu olay benim hemen heryerde internete girip veri alisverisi yapmama olanak veriyormus. Herhangi bir telefon hattina sahip olmadan..


Malesef simdilik UK sinirlari disinda kullanamayacakmisim. Daha dogrusu eger yurtdisinda bulundugum ulkede bu teknolojiyi uygulayan bir altyapi varsa roaming chargeini odeyerek baglantiyi kurabilirmisim.


Enteresan isler bunlar.. Alismaya calisiyorum..

13 Ekim 2007 Cumartesi

Şaka


Her geçen gün yeni şeyler öğreniyorum bu şehirle ilgili.. Londra birbirinden güzel parklarla döşenmiş bir şehir. Yokuş denen bir kelime lügatlarinda olmadığı, hayatlarındaki tek yokuşu metro giriş ve çıkışlarında gördükleri için İngilizler için parklarıda dümdüz araziler üzerine kurulmuş, yemyeşil çimenler, rengarenk ağaçlarla süslenmiş..

Ben de bugün aldım laptopımı ve o teknoloji harikası modemimi vurdum kendimi Soho Square'e akşam üstü saat 5 buçuk gibi. Oturdum boş bulduğum çimlere, açtım bilgisayarımı, girdim internete, oh kahvem de elimde (bu şehir beni kahvekolik yaptı dostlar, yirmi küsür yıllık hayatım boyunca hiç arayıp sormadığım kahveyi burada bir gün içmesem özler oldum -evet abartmıyorum bir ay içinde oldu bu durum-neyse mevzu bu değil) oh kuruldum bir güzel, kamera da açtım insanlar görsün şenlensin diye .. Gelin görün ki aradan 15 dakika geçti ya da geçmedi emin değilim, başımda bir görevli belirdi ve bana kibarca -üzgünüm hanfendi kapatıyoruz burayı, dedi. Anlamadım manasında bir göz süzdüm, adam tekrar edince saat ne çabuk geçmiş yahu diyerek saatime bir göz attım ve bir de ne göreyim saat 6 ! Nasıl yani kapanıyor mu dememe kalmadı adam önümdeki kapıyı kapadı bile. Ben de apar topar çıktım tabi, arka kapıdaki görevliye dayanamayıp sordum, bütün parklar mı bu saatte kapanıyor yoksa Soho'ya mı özgü diye, ne dese beğenirsiniz.. -Aaa olur mu, az ilerdeki Leicester Parkı bi saat sonra kapanıyor oraya gidebilirsiniz.. Eh dedim allah akıl fikir versin, ağız tadıyla akşam vakti parkta takılamayacağız..

Bu da böyle bir anımdır, ne diyeyim, ne eyleyeyim a dostlar !

11 Ekim 2007 Perşembe

sakın!

Sakın ama sakın bu şehirdeki kendi ülkenizden gelen tek kişi olduğunuz gibi saçma salak bir halet-i ruhiyeye kapılmayın! Sakın ama sakın içinizden geçenleri türkçe yüksek sesle dile getirmeyin, aman!

Böyle olması gerektiğini, geçtiğimiz hafta laptopunu wireless için ayarlamaya çalışırken yardım isteyen çocuğun dün türk olduğunu kulak misafiri olarak öğrendiğimde anladım. Yanımdan giderken, "şirin, ufaklık şey seni" dediğimi duymamış olmasını temenni ediyorum... Nokta !

7 Ekim 2007 Pazar

London Streets


Çevremde giyim konusunda zevkli biri olarak bilinirim. 17-18 ve 19 yaşlarımdaki ne idüğü belirsiz, hiçbir tanıma kalıba sokamadığım giyim tarzımı ise hala düşündükçe oldukça yaratıcı bulduğumu itiraf etmeliyim. Artık yaşımın ilerlemesi sebebiyle dışarıdan gelen tepkilere olan duyarlılığımdaki artıştan mıdır, yoksa cidden kendimi artık o hallerde beğenmediğimden midir bilmiyorum, artık eskiye oranla -ki babama kalırsa hala düzgün giyinmeyi öğrenemedim- oldukça "tırnak içinde" normal olduğumu söyleyebilirim. Ancak şöyle bir problemle her daim karşı karşı kaldığımı da belirtmeliyim. Benim ne giyeceğime karar vermem, daha doğrusu kendime ait yıllık giyim kuşam planımı yapmam çoğunlukla rüyalarım vesilesiyle olmakta. Nasıl mı diyeceksiniz, çok basit.. Bir gece kendimi rüyamda daha önce görmediğim, giymediğim bir kıyafet içinde görüyorum ve ertesi gün bunu bulmalıyım şeklinde yollara dökülüyorum. Neyse efendim, senelerdir ben kafama neyi taksam, binbir vesileyle arayıp bulsam, bir bakıyorum ki meğersem ben bulunca herkes de buluvermiş ve giymiş.. Ya da ben ole hissediyorum ki yakın çevrem birisiyle aynı kıyafeti giymiş olmam durumunda ne tür tepkiler verdiğimi çok iyi bilir.

Neyse, lafı uzatmadan mevzuya geleyim, efendim ben onca şehir gördüm ama sanırım Londra'da olduğu kadar dünyanın hiçbir yerinde tabiri caizse bu kadar "tarz" sahibi insan görmedim. Rüyalarımda gördüğüm herşey burada ve insanların üzerinde. Gerçekten kadınlar da erkekler de giydiklerini o kadar güzel yakıştırıyorlar ve her türlü aksesuarla o kadar güzel kombine ediyorlar ki, resmen moralim bozuluyor..

Durum kesinlikle uçuk kaçık giyim kuşamla ilgili değil, burada insanlar gerçekten bu işi biliyor, ne yapmak ne giyinmek isterlerse istesinler.. İş kadınından öğrencisine, kuaföründen orospusuna kadar, bir hayli başarılılar.. Tebrik ediyorum kendilerini..

Ayrıca bu aralar birşey dikkatimi çekiyor, bizim güneydoğuda görmeye alışık olduğumuz "poşu"ları burada kadın erkek herkesin üzerinde görmek mümkün. Kim getirmişse bravo, resmen bir moda akımı yaratmış..

Velhasıl diyeceğim şu, kendimi burda bir başka hissediyorum kardeşim, daha bir dikkatli inceliyorum insanları, gerekirse örnek alıyorum.. Şu hayatta ne demişler, bilmemek değil öğrenmemek ayıp, fikirler paylaşılsın yeni yeni moda akımları doğsun, hepimiz giyinelim, güzelleşelim, çoğalalım vs. vs...

Uf tamam saçmaladım..

Yeter!

5 Ekim 2007 Cuma

Telephone Booth

Telefonla konuşmaktan hazzetmeyen bir insandım zamanında, annem ve sedosh dısında kiminle konuşsam –düşünün babam dahil- kendimi sanki bir uçurumdan aşağı itilmeden önceki o stres ortamında gibi hissederdim. Zamanla hayatıma uzun mesafeli –hem ailemden ayrı yaşamaya başlayışımın ortaya çıkardığı gereklilik, hem de karşı cinsle yaşanan- ilişkiler girmeye başladıkça bu durumu aştığımı düşünmeye başlamıştım, çünkü görünürde bir hayli aşama kaydetmiştim. Ta ki Londra’ya gelene kadar, kardeşim olmaz ki resmen yeniden korkar oldum telefondan, her tanımadığım numara aradığında gerilir oldum.. Neden mi? Çok basit, elbette bu İngiliz milletinin aksanından.. zaten ağızlarında sakız varmış gibi konuşmaları yetmezmiş gibi bu konuşma biçiminin telefonun öbür ucundaki insana yaşattığı stresten bihaber, bir de utanmadan anlamamızı istemeleri iyiden iyiye beni geriyor. En son dün gece, kargodaki atm kartımı uygun olduğum bir zamanda okula ulaştırmalarını rica etmek için kargo şirketini aradığımda ne denli ter döktüğümü görünce durumun vehametini anladım. Sorun şurda ki, İngilizcem ne kadar gelişmiş olursa olsun, ne kadar uzun süre burada yaşıyor olursam olayım ben bu insanların telefondaki konuşmalarını algılayabileceğimi sanmıyorum…

Hemen hemen hepsi telefonda bizim sınıftaki İrlandaki kız gibi konuşuyor sanki, hayır derdiniz ne, neden iletişimin bu denli önemli olduğu bu çağda güçlük çıkarıyorsunuz, sorarlar adama !

Ayıp!

4 Ekim 2007 Perşembe

Viva La Pap!


Bana medyandan ilgi ceken bir kac veri gonder sana hangi ulkeden oldugunu soyleyeyim demis eskiler, yada diyor yeniler..

Kendi ulkeme bok atardim acikcasi, nedir bu rezalet diye ama unuttugum bir sey var, aslinda tum dunyada ayni seyler olup bitiyor, ayni seyler tutuyor,izleniyor, dinleniyor veyahut oyle olmasi birileri tarafindan isteniyor, o sekilde sunuluyor hatta dikte ediliyor. Bu aralar kafam fazlasiyla medyanin marksist elestirisi ile mesgul, ya da oyle olmasi gerektigi icin oyleymis gibi sanıyorum.

Sınıfsal analizler, ideolojik yaklasimlar, hegemonik teoriler...

Neyse ben bundan degil de bizim buralarin bir numarali paparazzi ikonlarindan mini mini bir akilli iki Lilly Allen'dan bahsedecektim. Ben bu kizimizin adini ilk kez gecen sene duymustum, myspace furyasindan nasibini alanlardan biriydi ki ben bu furyada Arctic Monkeys'e oyumu vermeyi tercih ederim. Neyse albümü dinlemis hatta icten icte begenmistim de.. Nedense kızımızı da ben o kliplerindeki gibi her daim cicili bicili giyinen , hareket eden biri sanıyordum. Ne kadar yanıldığımı her akşam üstü sokaklarda veyahut metroda bir şekilde elime tutuşturulan Londonpaper veyahut LondonLite'larda hemen her gun bir baska haberle karşıma çıktığında anladım. Meğersem ne yere bakan yürek yakan bir kızmış bu yahu.. Her gece ayrı bir vukuat, her gece başka biri; gerçi en son Chemical Brothers'tan Ed Simon'la birlikte olduğunu açıkladı da hepimizin yüreğine su serpildi..

Bir başka ünlü haber de Beckham ailesinden, David'imizin babası rahatsızlandığı için kendisi soluğu anında ülkesinde almış , Victoria'da iş için Japonya'daymış (ne iş yaptığı konusunda bir fikir yürütemedim henüz) o da hemen gelmiş... Durum ne oldu bilmiyorum..

Bunlar tabloid gazete haberleri, yakında TV'de olan bitenlerden de bahsetmeyi planlıyorum ki orda olanlar da en az gazetelerde olanlar kadar dünyada olup bitenlerden bir hayli uzak..

Bugün derste televizyonun çocukların saldırganlığı üzerindeki etkisi üzerinde duruldu ve yapılan bir deneyde birkaç ailenin evinden her türlü TV, DVD, PS vb alet edevat iki hafta süreyle alındı ve daha sonra aile içi iletişim, çocukların saldırganlığı vs. ölçüldü... Neyse diyeceğim şu acaba benim elimden internet alınsa bu kadar süreyle ne bok yerdim..

Düşünmek bile istemiyorum..

Viva la internet, viva mi ordenadora, viva la technologia !

3 Ekim 2007 Çarşamba

Tüp


Yakında Londra metrosuyla ilgili engin bilgilerimi paylaşmayı planlıyorum ama bu sıkı bir çalışma gerektiriyor, iyi hazırlanmalıyım..

2 Ekim 2007 Salı

Camden Town


Haftasonu gündüzleri en büyük eğlence Londra'da olsa olsa Camden Town denen mekanda vakit geçirmek olsa gerek. Ya da şimdilik ben öyle yapmayı tercih ediyorum diyelim. Tube ile Northern Line üzerinden rahatlıkla ulaşılabilen bu muhiti bu muhit yapan şeyler diye sorabilirsiniz, anlatayım:

Şimdi size "Aman Tanrım, o kadar çok çılgın insan var ki burda, herkes deli, herkes uçuk, herkes kaçık, herkes punk ama aynı zamanda grunge ve bir o kadar da gothic vs.. " biçiminde bir dizi zırva sayabilirim. Hayır aslında o mekanı o mekan yapan bunlar değil, en azından benim gözlemlerim sonucu ulaştığım nokta bu değil. Camden Town, Londra'nın görünürdeki düzenli yaşamına tahammül edemeyen, bu rutini kırmak isteyip, başaramayan, bu sebeple muhalif bir tutum sergilemeye, dikkat çekmeye, tüm ilgiyi üzerine çekmeye çalışan insanların bir araya geldiği bir mekan... Bu insanların normal olduğunu düşünüyoruz ilk bakışta, kim bilir belki de haklıyızdır da.. Ama sorun normal- anormal olmakta ya da olamamakta değil, sorun bu insanların hayatında yolunda gitmeyen -senden, benden, onlardan vs.- çok daha fazla şey olduğunda.. Nacizane şu 20 küsür yıllık yaşamımda birden fazla ecnebi memlekette bulunmuşluğum var, ona güvenerek söyleyebiliorum ki her yerde buna benzer mekanlar mevcut, ama bu çoğunlukla bir semtin belirli bir sokağı veyahut belirli bir sokağın köşesi olur. Londra'daki bir farklı yön ise bu insanları başlı başına bir semti işgal etmiş olmaları. İşin daha komik yanı ise, her gün binlerce, her yıl milyonlarca insanın bu insanları ve onların buradaki yaşamlarını görmek için buraya akın etmeleri, ellerinde fotograf makinalarıyla kare kare o insanları ölümsüzleştirmeye çalışmaları. Bu durum, bu muhitin yerlilerinin de işine geldiğinden, alan memnun satan memnun biçiminde yuvarlanıp gitmeleri..
Bu şu soruyu akla getiriyor, acaba bu tavırları, tutumları sergilemek için toplu halde aynı mekanda mı yer almak gerekir yoksa birden fazla yere dağılmak mı, henüz bilemiyorum.

Aslında şu anda bu satırları yazarken saçmalamaya başladığımı bile hissettim, kimbilir belki de bir çoğunun bırakın dünyayı, kend ülkelerinde olup bitenlerden bile haberi yoktur, şaşırmam sanırım..

Neyse eğlenceli yanlarına gelelim Camden Town'un.. Bir kere bu mekanın ana özelliği, haftasonları kurulan pazarları. Bu pazarlardaki tezgahlarda aradığının envai çeşit nesneyi bulmanız ve hatta mağazalara oranla oldukça ucuza satın almanız mümkün. Türkiye'de hint işi elbise, pantolon takı vs.ye milyonlar vermek artık yok! Ne kadar kazıklandığımı bu haftasonu milyonlar vererek aldığım pantolonum aynısını 5 pounda sattıklarını gördüğümde anladım..

Onun dışında bu mekandaki bir diğer eğlence, pazarın içinde kurulmuş olan ayaküstü büfeler. Buralardan uzak ve ortadoğu mutfaklarının hemen hemen hepsine ulaşmak mümkün..

Ama şöyle rahatsız edici bir yanı var Londra'nın, örneğin bu panayır ortamı saat 6'da nerdeyse sona eriyor, publar 11'de kapanıyor ve hayat burada saat 12'de bitmiş oluyor.. İstanbul'u en çok özleten yanı da bu oluyor bu durumda..

Barfly burada, Londra'da canlı müzik konusunda ismi duyulmuş mekanlardan biri, yakınlarda Bloc Party dinlemek için orada olacağım, izlenimler burada olacaktır..

1 Ekim 2007 Pazartesi

Introduction to London!

Geleli tam bir hafta oldu, olur mu tam 9 gün. İlk iki gun 10'ar dakikaların 1'er saatmişcesine geçiyor oluşları acaba bir yerde hata mı yapıyorum sorusunu aklıma getiriyordu, su anda ise sanki senelerdir burada yaşıyormuşum gibi. Evime yerleştim, her ne kadar ev sahibimle kısmi bir soğuk savaş ortamı içinde hissetsem de kendimi, adamcağızın hiçbir şeyden haberi yok, kendi halinde bana cornflakesler portakal suları alıyor.

İlk gun kahvaltı için bir yerden croissant almıştım ve satan adamın tavrı nedense çok itici gelmişti. Aradan bir hafta geçti ve ben ısrarla bütün hafta o adamdan aldım alacağımı . Bu sabah, "e hadi artık sen de, kendin alsana biliyorsun herşeyin yerini artık! " diye bir serenişte bulundu ve anladım ki kendisi tarafından benimsenen bir müşteri konumuna yükselmişim de haberim yokmuş.

Burası cidden sürprizlerle dolu bir şehir. İstanbul'a ve orada bıraktıklarıma ilişkin aşkım hala devam ediyor, pabucu dama atıldı sanılmasın.. Hatta öyle bir devam ediyor ki , aralıkta tatil için uçak biletimi aldım bile. A tatil deişken okuldan ve derslerden de bahsedeyim:

Okuduğum programın adı, İletişim Politikaları Çalışmaları (ismindeki havaya aldanmayın, bildiğiniz iletişim ve medya masterı) , haftada 2şer saatten 3 dersim ve haftanın bir gununde de dışardan medyada ün yapmış insanların geldiği bir misafir sanatçı dersi var... Aslında bakıyorum da haftanın 4 gunu doluymuş, neyse.. Bir iş bulayım istiyorum, neyse bu konuya bilahere değinilebilir.

Şimdi efendim okulum olan City UK'in birbirinden guzel iletişim masterı programları varken neden bu konuyu seçtiğimi düşünenler olabilir. Nedeni çok basit: jEAN MONNET!

Burs komisyonu içinde mutlaka "POLİTİKA" geçen bir programa gitmemizi istedi de ondan.. Gerçi derslerin tamamını diğer programların öğrencileriyle alıyoruz, ve fazlasıyla kozmopolit sınıflarımız var. Şu anda en yakın oldugum eleman Yunanlı, Spiroz.. Kübalı bir kız var fırsatını vbulup kaynaşmayı planlıyorum..

Aldığımız derslerden sınav olmayacağız, sadece ehr biri için en az 4000 kelimelik essayler yazmamız isteniyor. Seçtiğim dersler ise şöyle,(bu kadar ayrıntıyla giriyorum çünküi ilerde bunları okuduğumda başımdan cidden neler geçtiğini ve neler yaptğımı başta kendim hatırlamak istiyorum) : Media and Communication Theories (ki bu ders için "Medyanın Marksist kritiği günümüzde de doğrulanabilir mi" üzerine bir deneme yzacağım) , Representation and Reception (içeriğinde, medyada sunulan ehr türlü verinin nasıl işlendiği üeretilği ve izleyici dinleyici tarafından nasıl algılandığı yatıyor. Fazlasıyla eğlenceli) ve son olarak da Culture, Communication and Development ( içerği adından saklı)...

Bu konuyu da bir kenara bırakıp buradaki yaşama dönmek istiyorum. Anlam veremediğim bir biçimder herkes koşturuyor, nereye gittiklerini bilmiyorum ama çoğu zaman aynı yöne koşuyorlar.. Metro (tube) denen nane tam bir felaket ! Sorun asla nereye nasıl gideceğiniz olmuyor, sağolsunlar Erdal Ünsal'ın iktisat kitaplarını alt edecek derecede embesiller için düzenlenmiş. Sorun hangi hattın ne zaman ne şekilde ne kadar süreyle kapalı olacağının tespit edilmesi, öğrenilmesinde. Eğer sorun o anda çıkıyorsa sıçtınız demektir, tüm alternatif yolları öğrenmek herkesin yararına.. Neyseki şehrin içinde okuyp oturuyorum, yürüyerek birçok yere ulaşmak mümkün..

Bir başka konu, londra'nın pahalılığı ! Evet eğer eve, odaya para vermek zorundaysanız, yine sıçtınız ! Sıradan tek kişilik odaların kiraları şehir merkezine yakın muhitlerde haftalık 100 pounddan başlıyor ve şehre yakınlaştıkça ve istekleriniz arttıkça (internet, bulaşık makinası, ütü vs..) fiyatlar da yükseliyor. Ayrıca bir not, eğer oda buldum diye seviniyorsanız cok iyi dusunun. Bu ingilizler enteresan, odayı verirler ama neme lazım mutfağı, salonu kullanmanıza izin vermeyebilirler, kimbilir belki banyoyu da.. İyice araştırın !

Hmm başka ne anlatsam, aa asıl teknoloji harikası da heryerde (evet evet tuvalet dahil her yerde) internete girmenizi sağlayan bir aletin burda mevcut olması. Şahsen tüm eve internet bağlatmak istemeyen biri olarak bu durumda ev telefonu vs. gerekiyor) teknoloji harikası bir alet almayı planlıyorum. eğer banka hesabım için debit kartım elime geçerse bi hafta içinde bu işle ilgileneceğim. Durumdan haberdar ederim sizi..

İçim ve dışım "pret a manger","thai food", "wok in a box" olmuş durumda.. Allahtan sebze ağırlıklı besleniyorum, kilo verdim sanırım, pantolonlar düşüyor... Yakında koşuya da başlayacağım, senelerdir yapmayı planladığım gibi, yine yeni yeniden...

Dün otobüste clive isimli yaşlı tonton bir adamla tanıştım. Bu pazar beni York'a öğle yemeğine davet etti, kendisi yayımcıymış.. Bilmiyorum ki gitsem mi..

Neyse ders başlıyor..